1923-1981 yılları arasında liselere öğretmen yetiştirmede iki kaynak vardı. “Yüksek Öğretmen Okulları” ve “Üniversiteler.”
1891 yılında İstanbul’da kurulan “Darülmuallim-i Aliye” Yüksek Öğretmen Okulu’nun başlangıcı sayılır. Bu kurum 1954-1955 öğretim yılına kadar tek okul olarak öğretmen yetiştirme görevini devam ettirmiştir.

Daha sonra liselere öğretmen yetiştirmek üzere 1959 yılında Ankara’da, 1964 yılında da İzmir’de birer yüksek öğretmen okulu daha açılmıştır. İstanbul, Ankara ve İzmir illerinde bulunan bu üç okulun hazırlık liselerine, bizim dönemimizde sayıları 89 olan öğretmen okullarından, dersleri iyi olan 8-10 öğrenci seçilir ve son sınıfı hazırlık lisesinde okuyup lise mezunu olması sağlanırdı. Lise mezunu olunca da üniversite sınavına girme hakkını sağlamış oluyordu. Ve sınav sonucu fen bölümü mezunları Fen Fakültesi’ne, edebiyat mezunu olanlar da DTCF’ne (Ankara için) kayıt olurdu. Ve branşlarında bölümlerini bitirenler lise ve öğretmen okullarına atanırlardı.

Bu üç Yüksek Öğretmen Okulu, ilk öğretmen okullarının en başarılı ve seçkin öğrencilerini alma esasına dayalı yeni bir durumdu.

Bir süre lise öğretmeni yetiştirmede ülkenin en köklü eğitim kurumu olma özelliğini koruyan Yüksek Öğretmen Okulları, çeşitli nedenlerle görevlerini yerine getiremez olduğu gerekçisiyle, Öğretmen Okulları Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan bir rapor sonucu 1978 yılında kapatılmış ve Türkiye’nin öğretmen yetiştirme tarihinde önemli bir görev yüklenmiş olan bu okulların görevleri böylece sona ermiştir.

1960-1970 yıllarındaki 89 öğretmen okulu öğrencileri genelde yatılı olup, bu okulların sınavlarına köy ilkokulundan mezun olan öğrenciler girebilirdi. Burada amaç köy çocuklarını bu okullara yerleştirip öğretmen yapmaktı. Yüksek Öğretmen Okullarının kapatılmasıyla sadece bu okulların sonu getirilmiyor köy çocuklarının bu yolla üniversitelere geçişi bir bakıma engelleniyor, ülkemiz nitelikli öğretmen yetiştirme açısından önemli bir fırsatı yok ediyordu.

 Lise birinci ve ikinci sınıfı Mersin Öğretmen Okulu’nda okuduktan sonra Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderilen öğrencilerdendim. O yıllarda Öğretmen Okulları mezunları üniversite sınavlarına giremezdi. Sınava girebilmek için lise mezunu olmak gerekirdi. Bunun için de fark derslerinin sınavına girip lise diploması alınması gerekirdi. Böylece üniversite sınavına girilebilirdi. Aksi takdirde sadece ilkokul öğretmeni ya da iki yıllık Eğitim Enstitüsü sınavlarına girip ortaokullara öğretmen olunabilirdi. Yüksek Öğretmen Okulları Hazırlık Lisesi’ni bitirtmenin amacı ise, lise mezunu olmak ve üniversite sınavlarına girebilmekti. Sınav sonrası yukarıda da bahsettiğim gibi Fen Fakültesi’ne veya DTCF’ne kayıt yaptırıp, pedagoji derslerini (meslek dersleri) de yatılı olduğu için akşamları Yüksek Öğretmen Okulu’nda alıyor ve lise öğretmeni olarak branşlarda mezun olup atanılıyordu.

Bir yıl hazırlık kısmı, dört yıl da fakülte kısmı olmak üzere beş yıl yatılı olarak, aynı odalarda kalmak, beraber yemek yemek, birlikte ders çalışmak, birlikte resim çektirmek, yerine göre sabahlara kadar özel genel problemleriniz için dertleşmek, sırdaş olmak, bazıları için ilişkilerini/özel beraberliklerini daha ötelere götürüp hayat arkadaşı olmak, unutulmayan kalıcı ve karşılaşınca insanı çok duygulandıran dostlukları bize bu okullar verdi ve yıllar sonra çeşitli sebeplerle gündeme getiriyoruz. Ne mutlu bizlere.

Ankara’da bulunduğum bir günde Beşevler’deki eski Yüksek Öğretmen Okulu binalarına yerleşmiş olan Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nü ziyaret ettiğimde duygulu anlar yaşadım ve “Yüksek Öğretmenli Eskimemiş Eski Dostlar” başlıklı köşe yazımı yazdım. Orada şöyle demişimim: “Yüksek Öğretmen dostlukları, buharlaşmış gibi görünse de, birlikte olduğumuz zaman yağmur misali geri dönecektir ve dönmelidir.”

Ayrıca Kazım Ceylan arkadaşımızın oluşturmuş olduğu “Yüksek Öğretmenliler Unutulmaz” gurubuna katıldıktan sonra hatıralar ve beraberlikler film gibi karşıma gelmeye başladı.
Kazım beyin şöyle bir anlatımına rastladım:

“Necati GİRGİN hocanın eşinin dişi gece çok ağrımakta, dayanmayacak durumdadır. Hoca, arkadaşı olan dişçiyi gece yatağından kaldırır; muayenehanesini açtırır. Muayenehaneye vardıklarında hanımı korkar ve vazgeçer. 
Hoca, dişçi koltuğuna oturur, hiç ağrımayan iki dişini gösterir, "çek beyefendi der.””
Kazım hocanın bu yazısından sonra bazı yaşadıklarımdan aklımda kalanlar film gibi gözümün önüne geldi. Ve seyretmeye başladım. Sizlere de seyrettirmek için Maltepe’deki “İnci Sineması”nın balkonuna davet ediyorum.
Ankara Yüksek Öğretmen Okulu’na, okuduğum Mersin Öğretmen Okulu tarafından gönderildikten sonra, okula kabul edilmek için sınav olmadık. 1966-1967 öğretim yılında okula doğrudan gelip kaydımı yaptırdım.
Hazırlık Lisesi sınıfım Fen F idi. İsmi hatırımda kalan hocalarımız: Edebiyat Melihat hanım, coğrafya Meliha hanım, kimya Fahri hoca ( bu isimden tam emin değilim), fizik Semiha Özbayoğlu(Teta), biyolojiyi hatırlayamadım,  Matematik Necati Girgin’di.

Öğretmen okullarında, lisedeki görülen derslerin bazıları görülmez, görülse de ders saati falan az olur ve biraz daha hafiften alınırdı. Zira meslek derslerine daha çok ağırlık verilirdi. Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ni bitirince Üniversite sınavında başarılı olabilmek için bir yıl içinde lise birden itibaren tüm ders kitaplarının konuları anlatılmaya çalışarak özetlenirdi. Bu konuda en hassas ve dikkatli olan fizikçi Semiha(Teta) hocamızdı. Bir dönemde Reşat Otman’ın lise-1 ve Lise-2 ders kitaplarının konularını bitirip 10 tane de yazılı yapmıştı. İkinci dönemde lise son sınıfın kitabını (yine Reşat Otman’ın kitabı) okutmuştu.

Semiha hocamızın bir şekil çizen “arkadeş”i (Yine hatırımda kaldığına göre bu şekilde hitap ederdi.) vardı (Bu kişi Abdullah Yıldız idi.). O günün anlatılacak konudaki şekilleri tahtaya tek tek çizdirir ve kısa öz olarak şekiller üzerinde konuyu özetler ve böylece anlatmış olurdu. Eksiksiz öğrenilmesi, kendi gayretimiz ve çalışmamızla olurdu. Ama ben çok çalışmamız ve eksiksiz öğrenmemiz sonunda fizik dersini sevmiştim.

Okullarda genelde öğrenciler yılın sonuna doğru dersleri kaynatmak ister. Şekil çizen “arkadeş” Abdullah lise-3 konusu olan transformatörlerle ilgili şekilleri çizmeye başladı. Biz de hocayı konuşturuyoruz. Transformatörler kitabın son konuları.  Belki yazılılar da bitti. Tüm öğretmenlerin sevdiği gibi hoca da konuşmayı seviyor. “Şekil çizen arkadeş” Abdullah, şekilleri bir eliyle çiziyor diğer eliyle de çizdiği şekilleri siliyor. Yani bir çiziyor bir siliyor… Tabi yanlış çizildi gibisinden. Bu işlemi son beş dakika kalana kadar devam ettirdi. Hoca saate bir baktı beş dakika kalmış. Arkasını bize, önünü tahtaya döndü ve iki elini havaya kaldırıp avucunun içiyle tahtaya vurarak “aha bunların hepsi transformatör” dedi ve ders anlatılmış oldu. Çok güzel ders anlattığıyla ilgili olduğunu sanmıyorum ama bizi çok ve iyi çalıştırmasıyla ilgili fiziği ben sevmiştim ve Fen Fakültesi’nin de Fizik- Matematik bölümünü bitirdim.

Fizikte hareket konusunda; ‘Vo’ ilk hız, ‘V’ hız, ‘t’ zaman ve ‘a’ da ivme olmak üzere şöyle bir formül vardır. V=Vo+at. Semiha hanım ‘t’ ile ‘+’nın birbirinden ayrılması ve karışmaması için ‘t’ yi kuyruklu yap der ‘+’ gibi yapanlara kızardı. Hilal Arığ arkadaşımız da, Adnan Emiroğlu’na “Adnan ‘t’ kuyruklu mu olsun kuyruksuz mu olsun” der takılırdı.
Bir sonraki yazımda ecel bizden üstün gelmezse, Necati Girgin hocamla ilgili anılar yazacağım.
Hoş kalın. Ocak 2018, Ankara. İsmet Kadıoğlu.