Vefa, sevgide devamlılık ve sevgiyi, ilgiyi devam ettirmek demektir.
Sözlükte "bir şeyi yerine getirmek, sözünde durmak, bağlılık" gibi anlamlara gelen vefa, ahlaki bir terim olarak görülen iyilikleri unutmama, iyilikte bulunanlara aynı şekilde veya daha fazlasıyla karşılık verme demektir. Vefalı davrananlara vefakâr denir. Vefakar insan, kendisine emek verenlere hiçbir zaman sırtını dönmez. Devlete hizmet etmiş, bütün enerjisini bize harcamış insanlara vefalı davranmak gerekir.
Vefa duygusunu terk etmiş insanların aramızda olmasına üzülüyorum. Atilla Özdür, bazı insanların vefa duygusunu “Terk mi etmişler yoksa kökten mi, doğuştan mı vefasızdılar!..” diye yazmış. Ben bazılarının doğuştan o duyguya sahip olmadıklarını düşünüyorum.
Herkes herkesi, her kurum ve kuruluşu eleştirilebilir. Ama yapılan eleştiriler yapılan hataların düzeltilmesi, daha iyi olması yönünde olmalıdır. Yoksa kişiler arası kavgaya dönüşür. Çalışan insanın bilerek veya bilmeden hataları olabilir. Boş oturan insan hata yapmaz ve masası bomboştur. Yani, herkesin herkes hakkında söyleyecek bir sürü sözü olabilir.
Görev verilen insanda ve dava adamında; liyakat, istikrar, sadakat ve vefa olmalıdır ve onlara da vefalı davranılmalıdır. Doğuştan vefasız insanlar; “aralarından birisi savunduğumuz dava zemininde çizgi ya da üslup hatası yapmasın” geçmişini, dedikodu pazarına döküp, yangına gel diye çağrı yaparak, bağırarak sanki pazar yeri pazarcısı gibi oluyorlar.
Demek istediklerimi burada ifade edemiyorum ama kısa kısa da olsa yazacağım. Yıllarca dava için çalışmış, hayatını canını ortaya koymuş insanların yaptıklarına yanlış diyenler benzer yanlışlar yapmaya devam ediyorlar. Bu yapılan yanlışlara bazı çevreler de, mal bulmuş mağribi misali kullanıyorlar. Sanki birilerinden talimat alıyorlar, “Dışarıdan yıkamıyorsanız içeriden yıkın. Bir araya gelin, çullanın o misyonun üstüne” onlar da öyle yapmış olmuyorlar mı? Ben; şimdi düşmanlık değil dostluk zamanı, ötekileştirme değil kucaklaştırma zamanı olduğunu düşünüyorum.
Bakın köşesinde yazdığı yazısına yaptığım ama yayınlanmayan yorumumda şöyle yazmışım: “Mehtap Hanım; Allah rızası için şu haddinden fazla kırıcı ve hızlı eleştirilerinizi bırakın artık. Haddinden fazla şiddetiniz gayenizdeki hikmeti yok etmiyor mu? Nefes almadan yazdıklarınızla, sanki olayları kişiselleştirilmiş gibi bir görüntü veriyorsunuz. Eleştirinin dozunu kaçırmamak lazım. Eleştirilerimiz yapıcı olmalı. Kıranları, dökenleri görüntülerken kendimiz eksilerde olmayalım demek istiyorum.”
Bakın Dilipak bir yazısında ne diyor. İnsaniyet dersi olsun.
“Bana kalırsa Arınç’ın üslubu da, o şekilde konuşması da doğru değildi. Ama ona yapılan da doğru değil. Toplum önünde ağız dalaşına girmek de yanlış, Arınç’ın yarı yaşında bile olmayanların, boyundan büyük laflarla bu yangına körükle gitmesi de.”(Sayın Dilipak, Mehtap hanıma dur diyemez misiniz? Bu kadarda fazla.)
Bu ifadeye karşılık tabi ki şöyle denir, bakın bir başka köşe de, bir başka yazan şöyle demiş: “İdam hükmünü veren hakim, üzüntüsünden kalemini kırarmış. Haysiyetli kalemler de, kendi kendilerini kırmalı, utançlarından.”
Son sözüm; bölmek ve bölünmekten yana olmamak. Gül, Erdoğan, Davutoğlu, Arınç ve bunlarla beraber olan diğer isimlerin aralarının açılması, içlerinde kamplaşma ve gruplaşmanın olması, ancak iç ve dış düşmanların işine yarar. Bu isimler, şu anda devletin yönetimi konusunda vatandaş tarafından yetki verilmiş sorumlu kişilerdir. Kendilerine görev verildiği süre içerisinde, vatandaş olarak kaliteli düzgün hizmet vermelerini isteriz. Bizi temsil eden kişilerin aralarını açmak yerine uyumlu olmaları konusunda destek olmalıyız.
Bize düşen, ülkemiz için, eleştirilerimizi olumlu yapmalıyız. Aynı zaman da yerinde zamanında, uygun bir dille yapmalıyız. Ülke düşmanlarına fırsat vermemeliyiz.
Hoş kalın. Şubat 2016 Antalya.
Not: “CUMHURİYET’İN İLK DÖNEMİ KÜKÜR’DE OKUL VE YEŞİL SARIKLI HOCA” başlıklı KÜKÜR – 3 köşe yazım bir sonraki yazımda devam edecektir. Devam edecek günlerde de KÜKÜR – 4 ve KÜKÜR – 5 yazılarım yayınlanacaktır. Hoş kalın.