münevverlerinden Filibeli Ahmet Hilmi’nin eseridir. Tür olarak roman kategorisine
yerleştirilir. Bugünkü manada bir roman türünü karşılamaz. ‘Amak-ı hayal’, hayalin
derinlikleri demektir. Eser de zaten tasavvuf aleminde rehber olarak ifade edilen ‘aynalı
baba’ adlı kişinin mezarlıkta bulunan kulübesinde onunla kahve içme ve ney faslı devamında
kahramanın bu şeyhin yönlendirmesiyle hayallere dalması ve bu hayallerle kişinin kendini
dünya ve ahrete göre konumunu felsefi ağırlıklı olarak batı medeniyetinin etkisinde zamanın
din anlayışları, doğu felsefesi ve dini inanışlar eşliğinde sorgulamasından ibarettir.
Batı kültür ve medeniyetinin İslam dünyasında tüm inanç, değerler ve yaşam
şekillerini herc-ü merc ettiği bir süreçte Filibeli Ahmet Hilmi bu kıskaçta neyin esasta doğru
olduğunu sorgulamak ister ‘amak-ı hayal’da. Antik Yunan felsefesine, doğunun gizemli
masal dünyasına, Mecusiliğe, Budizm’e vurgu yapar. Öyle ki kitap bunlarla ilgi felsefi
değerlendirmeler, hikayeler ve masallarla doludur. O dönem müslümanının herc-ü merc
olmuş zihnine esas gerçeğin din olduğu ve bu dinde esas olanın ise Tanrı ile bütünleşmek
olduğu, tasavvufi ifade ile ‘vahdet-i vücud’ olduğu gerçeğini anlatmak ister.
Batı kültür ve medeniyeti karşısında korkunç bir kıyamet yaşayan İslam dünyasına, o
dünyanın sarsılmış her bir müslümanına böyle bir değerlendirme yapıp cevap vermek elbette
zor, güç, eksik hatta yetersizdi. O gün hala güçlü olan dinin manevi ağırlığına başat Filibeli
Hilmi, kurtuluşun yanlışlardan arındırılmış ‘vahdeti vücut’ felsefisi olduğunu bu eseriyle
vurgulamış ve bunu reçete olarak sunmaya çalışmıştır.
Oysa karşıda teknolojiyle donanmış Tanrı inancını küçültüp sekülerliği öne çıkaran
güçlü bir kültür ve medeniyet söz konusuydu. Bu güçlü tayflar altında tasavvufa sığınmak
hatta çok gerilerde kalmış bir tasavvuf anlayışını kurtarıcı olarak işaret etmek elbet
beyhudeydi.
Buradan son dönem Osmanlı dindarlarının, aydın ve münevverlerinin Batı kültür ve
medeniyetini konumlandırma, değerlendirme ve yorumlamalarına getireceğim konuyu.
Osmanlı devlet yönetimi, bu güçlü maddi manevi taarruzlar karşısında uzun süre
bocalamış ve özellikle İkinci Mahmut’la birlikte görüş, yaklaşım ve tedbirini açıkça ifade
etmişti. Dindarlar olarak zamanın dindar, arif, aydın ve münevverlerinin Batı tsunamisine
karşı kendilerini konumlandırmaları ve ifade etmeleri nasıl olmuştu? İslam dünyası başta
Osmanlılar olarak doğru bir değerlendirme, konumlanma, tavır ve tedbir almada maalesef
yerli yerinde doğru bir teşhise varamamıştı. Bu eksik ve yanlışlık günümüzde bile devam
etmekte.
O günkü müslüman Osmanlı aydınlarının vardıkları en son nokta batılılaşmaktı; ancak
dini değerlerin kaybı göz önüne alınarak bununla bilim ve teknoloji açısından batılılaşmayı
ifade ediyorlardı. Bununda klasik ifadesi “batının bilim ve tekniğini alalım ama ahlaksızlık
içeren kültüründen uzak duralımdı”.
Oysa medeniyetler, inancıyla maddi ve manevi yapısıyla bir bütündür. Birini
diğerinden ayırmak pek mümkün olmaz.
Bugün hala bu endişe tereddüt ve ikilemi yaşıyoruz. Dindar aydınlar, siyasal
İslamcılar maalesef yirmi birinci yüzyılda bizi köklerimizden sarsan batı medeniyetini doğru
okuyabilmiş değiller.
Filibeli Ahmet Hilmi, zamanın aydını olarak bu meseleler üzerine bir dizi
değerlendirmeler yapmış; eserler ortaya koymuştur. ‘Amak-ı hayal’e sonradan eklediği
derlendirmeler enteresandır. Aynalı babanın hatırası olarak eklenenlerden ‘mutluluk’ adlı
bölümde zamanın din temsilcileri imam ve tekke şeyhi tiplemesiyle Cumhuriyetin sol
anlayışını aşan bir üslup ve dışlama ile eleştirilir. Ona göre bunların(imam ve tekke şeyhi
tiplemelerinin) varlığını devam ettirmesi Batı karşısında bizim için çözümsüzlük demektir.
Çare ve çözüm olarak verdiği örnek sol düşüncenin öne çıkardığı emeğe işaret edercesine
kendi atölyesinde çocuklarıyla birlikte çalışan bir marangozdur.
Örnek verilen bu marangozun dünyası tamamen sekülerdir. Filibeli’nin marangozla
önerdiği laik ve seküler bu dünya, Cumhuriyetin öngördüğü ve uyguladığı hayat anlayışıyla
çok örtüşür:
“-Bana nasıl hayat sürdüğünüzü anlatır mısınız? dedim.
-Her gün sabah erkenden kalkarız. Yüzümüzü soğuk su ile yıkar, birer kahve içeriz. Biraz
sohbet ederiz. Sonra, karanın erkenden ateşe koymuş olduğu çorbamızı içeriz. Kalkar
dükkâna geliriz. İçimizden biri evin ihtiyaçlarını alıp, eve götürür. Herkese o gün yapması
gereken işi söylerim. Onlar da çalışmaya başlarlar. Öğleye doğru karnımız acıkınca küçük
oğlum eve gidip, yemeğimizi getirir. Bir güzel karnımızı doyururuz. Sonra yanımızdaki
kahveden bir kahve isterim ve oradaki gazeteyi alırım. Büyük oğlum gazeteye bir göz
gezdirir ve önemli şeyleri bana söyler.
-Vay! Evlâtlarının okuması da var ha?
-Evet, okuma yazma bilirler.
-Demek onları mektebe de gönderdin?
-Hayır! Mahalle mektebine giden çocuk hem bir sürü zaman kaybediyor, hem ahlâksız
oluyor, hem de hiçbir şey öğrenmiyor. Bu yüzden ben fakir bir hoca buldum. Bu hoca her
sabah dükkâna gelir, bir iki metelik karşılığında onlara yarım saat ders verirdi. Böylece
çocuklarım bir sene içerisinde Kuran ve gazete okumayı öğrendi. Yazmayı da yeter
derecede öğrendiler. Daha sonra hocanın tavsiye ettiği kitapları aldım. Çocuklarım öğle
tatillerinde ve geceleri bu kitapları okudular. Gelelim nasıl yaşadığımıza. Öğle tatili bir
buçuk saat. Bu sürede gazete okumak zorunlu değil, isteyen bir saat uyuyabilir. Akşamleyin
alaturka saate göre on buçukta dükkânı kapatıyoruz. Gördüğün gibi ben kahve
tiryakisiyim. Hepimiz günde beşer fincan kahve içeriz. Akşamları şehrin uygun yerlerinde
küçük bir gezinti yaparız. Kış gecelerinde komşular bize gelir. Ha! Bizim hanımı komşu
kadınlar çok sever. Çünkü o dedikodu etmez. Her cuma, karım ve çocuklarımla kıra gider,
eğleniriz. Günler böylece geçip gider. Allah'a şükürler olsun ki, bizim eve hastalık girmez.
Şimdiye dek ben iki, karım da üç defa hasta oldu. Çünkü düzenli bir hayatımız var. Yeme
ve yatma vakitlerine önem veririz. Abur cubur yemeyiz. Kısacası; Allah'a bin kere hamd
olsun, hepimiz çok mutluyuz.” (Amakı hayal, Filibeli Ahmet Hilmi, sayfa 148-149)