Erzincan, büyük depremle yıkılır.
Enkaz altında binlerce insanımız kalmıştır.
Depremzedelere yardım gerekmiştir.
Devlet, halkıyla birlikte elinden geleni yapar.
Bir olay var ki, vicdanlara kazınmıştır.
Erzincan Savcısı İzzet Çakal ve hükümlülerin hikâyesidir bu.
Canları kurtarmak lâzım.
Savcı, hapishanedeki bütün tutuklu ve hükümlülerİ toplar.
Uzun bir nutuk irat ederek olayın vahametini anlatır.
Ve özetle:
“Bu halkın size, sizin yardımınıza ihtiyacı var.”
“Enkaz kaldırma çalışmalarına hep birlikte yardım etmemiz gerekiyor.”
“Sizi, yetkimi kullanarak salıvereceğim” der.
Onlardan söz almak ister:
“Akşama kadar işinizi tamamlayıp koğuşlarınıza döneceksiniz.”
“Söz mü?”
“Namus sözü mü?”
Mahkûmlar hep bir ağızdan “namus sözü!” derler.
Savcı inisiyatif kullanır, hepsini dışarı çıkarır.
Söz verildiği gibi iş bitirilip koğuşlara geri dönülmüştür.
Akşam sayım yapılır.
Tek bir mahkûm bile firar etmemiştir.
Bu hikâyeden nereye mi gelmek istiyorum?
Savcı deyip geçmeyelim.
Ülkelerdeki düzeni savcılar sağlar.
Pislik varsa savcılar temizler.
İtalya’da “temiz eller” savcısı Felice Casson gibi…
Amerikalı savcı Preet Bharara gibi…
Aradan 60 küsur yıl geçmiş.
Neler oldu, neler!
Hırsızlıklar, yolsuzluklar, kara paralar, rüşvetler, teröriste silah göndermeler, tırlar, ayakkabı kutuları, kasalar, para sayma makineleri…
Kurulan kumpaslar…
Hepsi için birer savcı lâzımdı.
Muhalefet liderinin “cesur bir savcı arıyorum!” demesi bundan.
Hikâyenin sonu nasıl mı bitti?
Depremden bir yıl sonra, 1940 yılında çıkarılan bir kanunla enkazı temizleyen bütün tutuklu ve hükümlülere af geldi.
Hepsi salıverildi.
Savcı ise tarihe geçti.
Rahmet içinde olsunlar.