Çok uzun süredir sanatla uğraşıyorum. Öyle ki, çocukluğumdan bu yana resim yapmak benim için nefes almakla eş anlama gelmiş durumda. Hal böyle olunca ben de sürekli sanatın peşi sıra sürüklendim durdum. Türkiye’de yaşadığım yıllarda hayalim Paris’e gitmekti. Oraya gidip ne pahasına olursa olsun sanatçı olarak yaşamaktı. O zamanlar dahi zor şartlar beni yıldırmıyordu. Paris’i düşünürken ıslak, soğuk sokakları, zor şartlarda yaşayan sanatçıları gelirdi gözümün önüne.
Çünkü hiçbir zaman Avrupa’da sanatçıların çok iyi şartlarda yaşadığına inanmadım. Şöyle düşündüm hep ‘özgür yaşıyorlardır. Her istediklerini tuale dökme şansları vardır. Türkiye’de yaşayan sanatçılardan daha iyi yaşamıyorlardır fakat önemseniyorlardır. Sanat orada bir devrim yaptı. Ne olursa olsun o sanatçılar değer görüyorlardır, fikirlerinden dolayı tedbirli davranmak zorunda değillerdir’ diye düşünüyordum.
Paris’te değilim fakat çok uzak da değilim. Yani Belçika’dayım. Oraya ilk 1994’de gitmiştim.
‘Tam da düşündüğüm gibiymiş’ diye geçirmiştim içimden. Balzac’ın Goriot Baba’sında olduğu gibi sokaklar perişan değildi fakat betondu. Soğuk, gri, ıslak beton binalar.
Fransız klasiklerinde okuduğumuz gibi insanlar cana yakın değildi. Soğuk ve mesafeliydiler. Montmartre’de bulunan sanatçılar tepesi, yine tam da hayal ettiğim gibiydi. Fakat sanatçılar fırçalarını bir sanatçı edasıyla değil de bir esnaf edasıyla sallıyorlardı. Hani İstanbul’da olur ya. Bakkal, ciddi bir yüz ifadesiyle çıkıp uzun saplı bir süpürgeyle kapısının önünü süpürür ve o ciddiyetle süpürgesini bakkalın kapısının arkasına yerleştirir. İşte oradaki sanatçıları gördüğüm an bunlar gelmişti aklıma. Büyük bir ciddiyetle tualin üzerine eğilip, bir kaç fırça darbesinden sonra geriye çekilip şöyle bir baktıktan sonra ellerini önlüğünün ceplerine sokup, müşteriler ne alemde diye bakışlarını pazarda gezdiren ressamlardı.
İzlenimlerim böyle başladı ve benimle devam etti.
Avurupa’da sanatsal etkinlikler özel galeriler, Akademik sergiler dışında genelde yazacağım şekildedir. Bütün Avrupa’yı değil de Belçika’yı ele alacağım.
Büyüklü, küçüklü federasyonlar var. Bunlara bağlı bir çok dernek. Dernekler, kültürel veya sanatsal etkinlikler için bağlı oldukları Federasyonlardan destek alırlar.
Çünkü Federasyonlar devletten yıl bazında bir bütçe alırlar. Bu bütçeyi de kendisine bağlı derneklerin faliyetleri için kullanırlar. Buraya kadar güzel geliyor kulağa değil mi? Benim de buraya kadar bir şikayetim yok.
Gelelim cambazlığın ip kısmına. Çeşitli dernekler sanat adı altında etkinlikler gerçekleştirirler.
Bunun için sanatçıları katılmaları için davet ederler.
Daha anlaşılır olsun diye, sergiye katılmak üzere davet aldığın onlarca dernekten birisinin sergi teklifini detaylı bir şekilde yazayım. Yalnız bunun istisna olduğunu düşünmeyiniz. Hepsi bu şekilde hareket ediyor! yani burada örnek verdiğim dernek çizgisinde yürüyor her şey.
İlkin birçok teklif geldi. Biri hariç hepsini ret ettim. Çünkü biliyorum ki, boşa uğraş ve boşa cebimden bir sürü masraf olacaktı.
Bir federasyonun sergi teklifine, özel bir nedenden dolayı olabilir yanıtı gönderdim. Tekliften bir ay sonra toplantı önerdiler.
Sergiye iki kişi almak istiyorlarmış. ‘Tamam. Orada konuşalım bunu’ dedim.
Sergi mekanında toplantı yapılacakmış. Bu şekilde mekanı da görmüş olacakmışız. Mekan oturduğum bölgeye 45 km uzaklıkta. ‘Peki’ dedim. Gittim. Bu bölgede park büyük sıkıntı. Bulsanız dahi her yer yüksek ücretten ödeniyor. Neyse, aracımı kapalı bir park yerine koydum.
Zaten sokağa park etseniz de aynı fiyat. (Bu detayları, etkinliklerin sanatçıya sadece gider olarak döndüğünün altını çizmek için yazıyorum!)
Toplantı mekanını bulup girdim. İçeriye girişte ‘umarım sergi salonu burası değildir’ diye geçirdim içimden. Çünkü sergi yeri dışında bir mekandı ve orada asılı olan resimler en son gözünüze çarpacak şeylerdi. Yani o kadar çok ıvır zıvır vardi ki, ortalıkta gözünüz en son resimlere takılıyordu.
Çok geçmeden yetkili kişiler ve diğer sanatçı da geldi. Toplantı bittikten sonra resimlerin asılacağı mekanı gezdirdiler. İki sanatçıydık ve kişi başı en az 25 resim gerekiyordu. Şimdi toplantı anında konuşulanları yazayım. Yetkili kişi kurumu tanıtarak girdi söze. Şöyle dedi. ‘Biz Belçika’nın en büyük federasyonlarındanız. İşimiz sanat değil fakat bu kurum zamanla böyle bir kol da geliştirdi.
O yüzden sergiler de yapıyoruz. Sanatçılara burada resimlerini sergileme şansı veriyoruz.
Bu kurum sabah 9:00’da açılıyor ve 16:30 kapanıyor. Haftasonu da kapalıdır. Sizin burada sergi yapacağınız tarih Temmuz ayıdır. Yaz olduğu için buraya fazla kimse uğramıyor. Resepsiyon tarihi olarak bu ayın sekizini düşündük. Resepsiyon saat 14:00’da olacak. İki gün öncesinde resimleri getirip asabilirsiniz.
Konuşma sıra bana geliyor. Gerçi o ana dek katılmamaya karar vermiştim fakat yine de yanıtını bildiğim sorular yöneltmeden edemedim. Değilmi ki, zamanımı ve paramı harcıyordu. O halde hodri meydan.
İlk sorum şu oluyor. ‘Peki sanatçıya bu sergi için ne kadar ödeme yapacaksınız? Bildiğiniz gibi burada satış olma ihtimali mucize dahi değil. Sanatçı eserleriyle duvarlarınızı dekore edecek. Uzaktan geldiğimiz için de bir sürü masraf olacak. Şu an dahi sizinle bu toplantıya girdiğim için hem param, hem de zamanım benim cebimden gidiyor. Sergi yapmayı kabul edince bundan daha fazlası gidecek. Hatta o resimlerin alıcısı çıktığında, resimler sizin duvarınızda olduğu için ve saatleriniz çalışma saatleri arasında olduğu için resimlerimi müşteriye istediğim zaman gösteremeyeceğim. Bu da bir nevi zarar. Tüm bunlara karşın siz bir etkinlik yapmış olacaksınız. Bunun için bütçe aldınız. Bu bütçede sanatçıya düşen pay nedir?
Tabi buradaki soru uzun oldu ama sonuçta içinden geçenleri olduğu gibi sordum. Yetkilinin yanıtı şöyle oldu. Sanatçıya sadece gördüğünüz duvarlarda resim sergileme şansı veriyoruz.
Başımı kaldırıp yığınla eşyanın arasında asılı tablolara bakıyorum. Üstelik bulunduğumuz yer büroların olduğu yerdi. Kendi çalışma masalarının arka duvarına sergi niyetine resimler asmışlardı. Oraya ise işi olmayan girmezdi.
‘Teşekkür ediyorum. Katılmayacağım’ dedim. Şaşkınlıkla yüzüme baktı. Resimlerimi getirip buraya kapatmak bana hiç bir yarar sağlamaz. Sizler kurum olarak sanatçıları desteklemiyorsunuz fakat sömürüyorsunuz’ dedim. Yetkilinin yüzü kızardı. ‘Size ücret karşılığı daha şık mekanlar sunabiliriz’ dedi. ‘Evet’ dedim ‘o da sömürünün bir başka boyutu. Teşekkür ediyorum. Burada olacak etkinliğe özel bir nedenden dolayı katılmayı düşünmüştüm fakat bu şartlarda kesinlikle katılamam’ dedim. Çıktım oradan. O toplantı için harcadığım zamana, katettiğim onca mesafeye, boşuna ödediğim park ücretine baktım. Tüm bunlar sömürü değilmiydi? Üsterlik sergiyi kabul etseydim daha fazla sömürülecektim. Devlet bu bütçeleri verirken sanatçıyı düşünüyor mu merak ediyorum? Yoksa ne pahasına olursa olsun, yani sanatçıyı sömürme pahasına dahi olsa kurumun etkinlik yapmış olması mı önemliydi?
Yıllar önce bu tür etkinliklere katılmaya son vermiştim. Kendi galerimi de bunlara tepkiden açmış ve birçok sergi etkinliğini kendi imkanlarımla gerçekleştirmiştim. Ve hala da öyle devam ediyorum. Kimseyi sömürmeden!
Hiç bir zaman sanat için verildiğini söyleyen bütçelere başvurmayı düşünmedim. Düşünmedim fakat tabi ki, ne şartlarda verdiklerini de araştırmıştım.
O bütçelere başvuru yaptığınız zaman sizi doğduğunuza pişman edecek düzeyde büroktatik işlemler yapıyorlar. Hem sergi öncesi ansiklopedi kalınlığında evraklar, deliller vs… istiyorlardı, hem de sergi bittikten sonra aynı kalınlıkta deliller, evraklar, giderler vs… istiyorlardı. Genellikle de istediğiniz bütçenin üçte birini alabiliyordunuz. Sanırım bu birimle iki şeyi çok iyi anlatıyorlar. Siz sanatçılar avucunuzu yalarsınız veya anca üçün birini alırsınız.
Sevim Ünal
Antwerpen 23-05-2017