Çocukluk ve gençlik yıllarım mürekkep kokusu içinde geçti.
İlk gazetecilik dersimi İsmail Oğuz ağabeyimizden aldım.
Allah rahmet eylesin.
Demişti ki:
“Haber gazetecinin namusudur. Yanlış ve maksatlı haber yapmakla namusunuzu pazarlamak arasında bir fark yoktur!”
Bu dehşet cümle her zaman beynimin bir tarafında bulundu.
Hep, doğruları yazmaya gayret ettik.
İlkokul öğretmenimden aldığım şu öğütü de unutmadan:
“Süte su katmak en büyük ahlâksızlıktır!”
Süte su katmadık. Çünkü haber, süt gibi beyaz olmalıydı, katıksız olmalıydı.
Mahalli gazeteler yönettim, Türkiye’nin en büyük Haber Ajanslarından birisinin Bölge Bürosu’nun yöneticiliğini yaptım.
Hiçbir haberimiz tekzip yemedi.
Kimseye yaranmak için haber yapmadık.
Adalet Partili idik. AP’nin “yayın organı” olarak bildiğimiz gazetelerin tek satırını bile okumadım.
Yanlı gazeteleri de, yazarları da hiç sevmedim.
Gazeteci, doğrunun peşinde koşan, yanlışı eleştiren adamdır.
Özgecan kızımızın hunharca öldürülmesi ile ilgili zalimce yayınları savunmaya geçen foseptik medyanın lâğım farelerinin yazdıklarına baktıkça hem mesleğimden, hem insanlığımdan utanır hale geldim.
İnsan, iktidara bu kadar mı bağımlı olur?
Bir gazetecinin vicdanı bu kadar mı kararır?
Altı yaşındaki kızla evliliğe cevaz veren,
Annesinin diz kapağından tahrik olan,
Kocası ile ilişki halinde iken başkasını hayal ettiğini söyleyen
Bu “sapıklar zinciri” nin halkalarını adam yerine koyup cevap yetiştirecek değilim.
Onlara yazıklar olsun bile demiyorum.
Haram havuzlardan küp doldurup, pislik kokan ruhları ve bedenleriyle aramıza karışan bu yaratıklara söyleyecek tek söz vardır. İsmail Ağabeyimizin dilinden konuşalım:
“Haberinize yalan katacağınıza, namusunuzu pazarlayın!”
Diyecektim; aklıma geldi:
“Ama bunların namusu yok ki!...”