Bu gün, bir acı ölümden söz edeceğim.

            Beykent Üniversitesinin öğretim üyelerinden Prof. Serhan Oksay’ın kaybından.

            Buna “ölüm” diyemiyorum.

            Çoğumuz ölümü, “yok oluş”, “tükeniş” olarak tanımlarız değil mi?

            Bazı ölümler öyle değil. Daha doğrusu “ölüm” olarak kabullenilemiyor.

            Serhan’ın ki de öyle.

            Önceki gün, Zincirlikuyu mezarlığındaki cenaze törenine katılan genç öğrenciler, çok sevdikleri hocalarının ölümüne inanmayarak oradaydılar.

            Ağlıyorlardı. Hem de yürek yanıklığı ile ağlıyorlardı.

            İnanamadıkları bir ölüme ağlıyorlardı.

            Hepimiz, o sıralarda öğrenci olduk. Öğrencileri tarafından bu kadar içtenlikle sevilen, bu kadar yürek yangınıyla uğurlanan bir hocaya rast gelmemiştik.

            Serhan, sadece öğrencilerinin değil, hepimizin yüreğine kor düşürerek gitti.

            Elli iki yaşında. Olgunluk çağının baharında.

            O’nu, babasının bakanlığı döneminden beri tanıyorum.

            Babası,eski Devlet Bakanlarımızdan Kâzım Oksay.

            Benim de kendisiyle çalışmaktan onur duyduğum insan.

            Metanetine, imanına bir kere daha tanık olduğum bu insan, biricik oğlunun ölümü karşısında da bronzdan bir heykel gibi, öyle dimdik duruyordu oğlunun tabutu başında. Yüreğindeki yangını hissettirmemeye çalışarak.

            Sadece, “ömrü bu kadarmış” diye teselli bulan sözlerle, Allah’ın takdirine inanmış bir mü’minin inancını sergiliyordu.

            Bütün dostları oradaydı.

            Serhan’ı mutlak eşitliğe uğurlarken, acı, herkesin yüreğinde eşitti.

            Acılı babanın, çocukların, eşin… herkesin yüreğinde aynı ağırlıktaydı sanki.

            İtiraf etmeliyim;  Serhan’ın ölümü benim de yüreğimde kalıcı bir kor bıraktı.

            İki gündür kendime gelemiyorum.

            Bir insan bu kadar mı güzel olur, bu kadar mı sevilir, bu kadar mı ölümüne acı duyulur?

            Zincirlikuyu ve öteki mezarlıklar. Mutlak eşitlik buralarda.

            Gözüme iki önemli mezar ilişti. Caminin çok yakınında. Rahmetli Erdal İnönü’nün, ve bir zamanların sinema yıldızı Efgan Efekan’ın mezarları. Sonra öğrendim ki Türkiye’nin en zenginlerinden Vehbi Koç da burada, Sakıp Sabancı da.

            Bu mezarlıklarda nice muktedirler, nice zenginler, nice unvan sahipleri, nice yıldızlar, nice isimsizler mutlak bir eşitlik içinde yatıyorlar.

            İki metre boyunda, bir metre derinlikte uhrevi sığınaklar.

            İşte bu sığınaklara ara sıra Serhan gibi “ölümüne sevgi”niin yıldızları da düşüyor.

            Öğrencileriyle arkadaş, tanıdıklarıyla dost.

            O,bu mutlak eşitliği arkasında bıraktıklarıyla bozuyordu.

            Arkasında sevginin yüreklerini bırakarak.

            Serhan’ın fobileri de vardı. İyi bir fotoğrafçı, çok iyi bir kuş uzmanıydı.

            “Kuş bilimci” de diyebiliriz.

            Kuşlarla ilgili araştırmaları ve çalışmaları “eser” niteliğinde idi.

            Kuş gibi uçup gitti aramızdan.

            Umarım, mezun olduğu ve çalıştığı üniversiteler Serhan’ın adını yerleşkelerinde yaşatırlar.

            Belki, ülkemizdeki kuş cennetlerinden birisine adı da verilebilir.

            “Vefa ahlâkı” dediğimiz de işte budur.

            Rahmet içinde ol sevgili Serhan. Seni unutmayacağız.