İnsanları ve toplumları birbirlerine yaklaştıran, kaynaştıran iki olgu var.
Kan kardeşliği,
Din kardeşliği...
Birisi diğerinin perçini.
Ya da yedeği.
Birini kaybederseniz, diğeriyle kenetlenirsiniz.
ANAP dönemiydi.
Devlet Bakanı İlhan Aşkın'la birlikte bir Finlandiya seyahatimiz olmuştu.
O zaman SEKA, bizim bakanlığımıza bağlı.
SEKA'nın genel müdürü, rahmetli Özal'ın, sonradan bir seçim döneminde bağımsız Ulaştırma Bakanı yapacağı Sabahattin Yalınpala.
Bu seyahatte o da var.
Kâğıt sanayii ile ilgili görüşmeler yapılacak.
Finlandiya, enerji ve kâğıt sanayiinde bir dünya devi.
Ayrıca NOKİA telefonlarının da anavatanı.
Bir zamanlar “bataklık ülkesi” diye anılan bu ülke, o tarihlerde mucizeler yaratıyor.
İlk merakım, Finlandiya'nın eski Cumhurbaşkanı Urho Kekonen.
Sade bir yaşantısı vardı.
Önce, oturduğu köşkü merak ettim, sonra da her zaman oturup ahpaplarıyla briç oynadığı kahvehaneyi.
Götürüp gösterdiler.
Saray sandığımız yer, bizim orta halli bir zenginimizin oturduğu bir apartman dairesi gibi.
Cadde üzerinde bir yapı.
Karşısında o meşhur kahvehane.
Kekonen, sarayından çıkar, yüreyerek o kahveye gider, arkadaşlarıyla takılır, sonra da evine dönermiş.
Halkın arasına karıştığı için çok sevilen bir Cumhurbaşkanı olmuş.
Sonra, “bataklık ülkesi” diye anılan bu coğrafyanın, dünyanın sayılı ülkelerinden biri haline nasıl geldiğinin dinledim.
Yıllarca İsveç sömürgesi altında kalmışlar.
Milleti yönlendirebilecek gençlerin, öğretmenlerin, rahiplerin ve memurların sayısı çok az.
Böyle bir ortamda Fin kültürünü, medeniyetini yükseltmek isteyenlerin başına Snelman isimli bir filozof siyasetçi geçiyor.
Kitleleri bilinçlendiriyor.
O'na halk öğretmeni diyorlar.
Köy köy, bucak bucak dolaşarak halkı eğitim, sağlık, spor, askeri ve daha bir çok alanda bilinçlendirmeye başlıyor.
Bu çabaları sonunda etrafında birçok aydın toplanıyor.
Bu kişilerle birlikte Finlandiya'nın birçok yerinde konferanslar, toplantılar, temaslar...
Bataklıktan yükselen Fin mucizesi.
Karşımızda, “Beyaz Zambaklar ülkesi”
Başlıktaki konuya geleceğim:
Helsinki'de Taş Kilise diye bir yer var. Gelen turistlere burayı ziyaret ettiriyorlar.
Bakanla birlikte biz de oradayız.
Bir otobüs dolusu turist kafilesi.
Azerbaycan'dan gelmişler. Bize benziyorlar.
Aralarındaki konuşmalardan, onların da bizi İranlılara benzettiğini işitiyorum.
Türkçe konuşuyorlar. “Hayır, biz Türküz, Türkiye'den geliyoruz” dediğimi biliyorum.
Kadın erkek, yaşlı genç, hepsi bir anda bana doğru yöneldiler.
Kucaklaştık. Hasret giderdik.
Onlar, “geldiğiz yollara ğurban” dediler,
Biz onlara “Kavuşturana şükür” dedik.
Öyle bir kucaklaşma ki anlatılamaz.
Az ileride eseri inceleyen Bakanı haberdar ettim.
O da yanımıza geldi.
Aynı kucaklaşma onunla da yaşandı.
Kardeşlerin kavuşmasıydı.
“Yadigâr çektirelim” dediler, resim çektirdik.
Konuştuk, konuştuk, konuştuk.
Bir türlü ayrılamıyorduk.
Vakit geldi, göz yaşları içinde vedalaştık.
İşte bu, kan kardeşliği idi.
Onların topraklarının bir kısmı şimdi Ermeni işgalinde.
Ve biz tehcirin bilmem kaçıncı yılında,
Başbakanımızın ağzından onlardan özür diliyoruz.
Kan kardeşlerimize ve kendimize inat!